28 Aralık 2010 Salı
Ulan?!
Beşiktaş'ın resmi sitesi BJK.com.tr'ye aşina olanlar hemen anlayacaktır, görsel resmi siteden. Burada tabi ilk olarak dikkati çeken Simao Sabrosa'nın 31 numaralı formasının Paint ile yapılmış olması. Ulan hiç mi düşünmediniz bu kadar ele ayağa düşmeyelim diye. Zaten milyon tane 31 numaralı forma üretilecek, bir tane yapıp resmini çekip onu koyamadınız mı? Hayır bir de font şu an formalarda kullandığımız font olsa neyse. Hiç yakışmamış, hiç. BJK.com.tr grafikerleri bildiğin Paint terk. Hiç gerek yok böyle montajlara, ha gerek olsa bile ben daha iyisini yapardım şunun o kadar söylüyorum.
24 Aralık 2010 Cuma
Les Passants
Fransa'ya, Fransız'lara nötrüm fakat Fransızca'dan nefret ederim. En büyük sebebi de belki en uzun süre Fransızca'yla iç içe olmamı sağlayan film olan Amelie'dir. Neyse geçelim, müzik kategorisine ilk defa -son olmazsa sebebi Zaz olacaktır- Fransızca bir şarkı yazacağım. İlk defa nereden buldum, nereden indirdim bilmiyorum. Bir baktım masaüstümde var bu şarkı, dinledim beğendim hatta çok beğendim. Şarkı Je Veux albümündenmiş. Takibe aldım.
21 Aralık 2010 Salı
14 Aralık 2010 Salı
21 Kasım 2010 Pazar
20 Kasım 2010 Cumartesi
19 Kasım 2010 Cuma
Ölür müsün Öldürür müsün?
Ronaldo geçen günkü Portekiz - İspanya maçında harika ötesi bir gol denemesi yapmış, hatta atmış da. Deneme dedim, çünkü Nani bu gole engel olmuş. Eğer ki olmasaydı, kaleye gireceği kesin olan topa kafasını sokmasaydı sanırım yıllarca bu golü izleyecektik jeneriklerde falan. Öyle güzel bir gol yani. Nani'ye tebriklerimizi iletiyoruz, Ronaldo'ya ise şu soruyu yöneltiyoruz: Ölür müsün, öldürür müsün? Delirtmekte son derece haklı. Video yukarıda, açılmıyorsa burada.
17 Kasım 2010 Çarşamba
Allen Iverson #2
Daha önceden dedikodular arttığında bir şeyler yazmak istemiştim fakat yazamamıştım, resmileşince yazarım demiştim. Olay resmileşti inanmadım, sözleşmeyi imzalattık ulan dediler inanmadım, resmi sitede duyurdular resim mesim koydular Kartal Yuvası forma satışlarına başladı inanmadım. Olur bir terslik dedim. En sonunda uçağı kaçırdı, hah dedim işte başladık. Olmaz o iş hacıııı dedim kendimden emin bir şekilde. Adam geldi, İstanbul'a ayak bastı. E oynayacak mı bakalım dedim, yine inanmadım. Dün maç başlayana kadar da hala inanmıyordum. Fakat bir de baktım ki adam sahada. 4 numaralı Iverson forması! Beşiktaş Cola Turka forması. Altında Krispi falan yazıyor.
Dün maçın bir kısmını izleyebildim, maç sonunda yenilmişiz. Iverson neler yaptı bakmadım da. En son 3 sayı, 2 ribaund ve 1 asisti mi ne vardı. Kendi halinde takılıyordu fakat o hali bile seyirciyi havaya sokmaya yetiyordu. Attığı ilk sayılarda seyirci adeta çıldırmıştı. E haklılar tabi. Adam Iverson ulan! Allen Iverson! Yaşı 30 küsür olmuş kim takar?
Bir nesil sırf bu adamla Reebok'ı sevdi, Reebok ürünlerini kullandı, Reebok'ın "havalı ayakkabı"larını giydi. Sırf bu adamdan görüp MSN nicklerini, forum imzalarını "Only the Strong Survive"lar ile doldurdu, hayat felsefesi haline getirdi. Bir nesil bu adamın yaptığı crossoverları taklit etti, mahalle arası maçlarda şut atarken "ayvırsııııın" diye bağırdı, kendini onun yerine koydu. En ilginç olanı belki de yine bir nesil koluna çorap kesip taktı, ona benzemeye çalıştı. Bir nesil bu adamın söylediği sözleri "of bee adam ne demiş duydun mu!" diyerek bir diğer arkadaşına anlattı. Bir nesil sırf bu adam için Sixers taraftarı oldu.
Ben de yaşım sebebiyle o nesildenim, her ne kadar Sixers taraftarı olmadıysam da Philadelphia'daki efsanevi günlerini izleyebildiği için kendini şanslı sayanlardanım. Philadelphia'daki efsanevi günleri dediysek de günler değil, yıllar. Başarılarını, yaptıklarını tek tek saymayacağım, herife haksızlık olur. Bu yazıyı yazış amacımı da bilmiyorum. Düne kadar umutlu bile değildim, inanmıyordum ama dün bu adam çıktı Beşiktaş'ımız için oynadı ya, ne diyim ki?
Logitech Rumblepad II
Yıllardır bilgisayarda PES oynarım, son birkaç yıldır da NBA 2K serisi çıkmaya başladı, bu yıl da tabi FIFA geri döndü. Bu üç oyun gamepad gerektirir, klavyeyle oynamaya kalkarsanız oyuna haksızlık olur, oyun üzülür. Ben de bu yüzden gamepadle oynamayı tercih ederim her zaman. Ancak şimdiye kadar aldığım gamepadlerin 1 aydan fazla süre gittiği de görülmüş şey değildir. Ya sol analog gider, ya tuşlardan biri takılmaya başlar ya da tuşlar yumuşamaktan sahanda yumurta kıvamına gelir. Tabi doğaldır bu anlattığım şeylerin olması, çünkü aldığım gamepadler 20 liralık (pazarlıkla 15'e inmediği görülmedi henüz) Kontorland, Snopy vb. markalara ait oluyor ki, garantisi bile yok. En son da yine 15'e Tasco diye bir gamepad aldım geçen gün (Teknosa'da 30du!), eve geldiğimde baktım ki sol analog çat çut ses çıkarıyor arada bir sol üst köşe takılıyor, R1 tuşu iyice basmadan çalışmıyor, (NBA 2K11'de herifler yanımdan vızır vızır geçer oldu!) start tuşu da öyle, pek kullanmasam da yön tuşları da. Dolayısıyla alet şimdiden pert.
En sonunda pes ettim ve yukarıdaki gamepadi aldım. Logitech Rumblepad II tam bana göre olduğunu düşündüğüm bir ürün, şimdiki hayalim yıllarca bunu kullanmak, bozulursa garantiye yollamak, artık gamepade para kaptırmamak. Bunu da 6x8 TL şeklinde aldım, ben zaten her ay gamepade 15 lira yatırıyordum, şimdi hem daha düzgün bir gamepad kullancağım hem de daha az para harcayacağım. Oh ne ala!
Bir heyecanla edit:
Hem de titreşimli lan!
16 Kasım 2010 Salı
Hayattan Anlık Tiksindiren Şeyler #12
Bir gün geçmesini bekledim üzerinden. Bekledim ki sinirim geçsin, şurada küfretmeyeyim. Efendim dün kendimi tam bir eşek gibi hissettim. Öyle ki oturup ağlamak istedim bir ara. Ve evet bir kez daha haklı çıktılar, akılsız başın cezasını yine ayaklar çekti...
Saat 9'da uyandım bir şeyler atıştırdım, güzel pantolonumu gömleğimi giydim, önemli bir görüşmem olacaktı. Biraz oyalanmış olacağım ki otobüsü kaçırdım, arkasından 1 dakika boyunca son sürat koşmama rağmen yetişemedim. Neyse dedim, merkeze yürüyeyim dolmuşa biner öyle giderim dedim. 20 dakikalık yürüyüş sonunda varmıştım durağa. Antakyalı olan bilir, Orman Dairesi'nin orada dolmuşu bekledim bi beş dakika. Ama ne gelen vardı ne geçen. Dolmuşların artık oradan değil bir sokak aşağıdan geçtiğini yanıma gelen teyzeden öğrendim. İndim alt sokağa, gelen ilk dolmuşa bindim. Oh demiştim, bindim sonunda... Bir süre sonra dolmuş dönmemesi gereken bir yere döndü, evet yanlış dolmuşa binmiştim. Son durağa kadar gittim yanlış dolmuşla, başka bir dolmuşa bindirdi beni. Tabi bu sırada paracıklar da birer ikişer gidiyor. Sonunda doğru dolmuşa binmiştim. Doğru yere geldim, indim. Binaya girdim, mutluydum, görevimi başaracağımı hissediyor, kendime güveniyordum. Kapıdaki güvenlik görevlisine Aslı Hanım'la görüşüp görüşemeyeceğimi sordum, görüşemeyeceğimi söyledi. "Öldürürüm lan seni, valla vururum bak... Aşiretiz oğlum biz..." diyecektim ama lafı ağzıma tıktı: "Kendisi İtalya'da!"
Boşaymış onca çabam. Başaramamıştım... Bi 50 metre kadar çamurun içinden geçip otobüsün güzargahındaki yola çıkmalıydım. Güç bela geçtim o yolu da. Otobüs, ben gelmeden hemen önce geçmiş olacak ki bi 20 dakika da orada bekledim. Eve mi gideyim, bankadaki işlerimi mi halledeyim diye düşünürken şehir merkezinde indim. Ancak hiçbir bankadaki işimi halledemedim çünkü kuyrukların uzunluğu uzaydan görülebilecek safhaya ulaşmıştı. Eve yürüye yürüye döndüm.
Hiçbir işimi halledememiş, bir sürü para harcamış, yorulmuş, üzülmüş, hırpalanmış, aşağılanıştım. Hayattan anlık değil 4 saatlik zaman diliminde tiksindim. Dünden beri başka biriyim, ben eski ben değilim...
Saat 9'da uyandım bir şeyler atıştırdım, güzel pantolonumu gömleğimi giydim, önemli bir görüşmem olacaktı. Biraz oyalanmış olacağım ki otobüsü kaçırdım, arkasından 1 dakika boyunca son sürat koşmama rağmen yetişemedim. Neyse dedim, merkeze yürüyeyim dolmuşa biner öyle giderim dedim. 20 dakikalık yürüyüş sonunda varmıştım durağa. Antakyalı olan bilir, Orman Dairesi'nin orada dolmuşu bekledim bi beş dakika. Ama ne gelen vardı ne geçen. Dolmuşların artık oradan değil bir sokak aşağıdan geçtiğini yanıma gelen teyzeden öğrendim. İndim alt sokağa, gelen ilk dolmuşa bindim. Oh demiştim, bindim sonunda... Bir süre sonra dolmuş dönmemesi gereken bir yere döndü, evet yanlış dolmuşa binmiştim. Son durağa kadar gittim yanlış dolmuşla, başka bir dolmuşa bindirdi beni. Tabi bu sırada paracıklar da birer ikişer gidiyor. Sonunda doğru dolmuşa binmiştim. Doğru yere geldim, indim. Binaya girdim, mutluydum, görevimi başaracağımı hissediyor, kendime güveniyordum. Kapıdaki güvenlik görevlisine Aslı Hanım'la görüşüp görüşemeyeceğimi sordum, görüşemeyeceğimi söyledi. "Öldürürüm lan seni, valla vururum bak... Aşiretiz oğlum biz..." diyecektim ama lafı ağzıma tıktı: "Kendisi İtalya'da!"
Boşaymış onca çabam. Başaramamıştım... Bi 50 metre kadar çamurun içinden geçip otobüsün güzargahındaki yola çıkmalıydım. Güç bela geçtim o yolu da. Otobüs, ben gelmeden hemen önce geçmiş olacak ki bi 20 dakika da orada bekledim. Eve mi gideyim, bankadaki işlerimi mi halledeyim diye düşünürken şehir merkezinde indim. Ancak hiçbir bankadaki işimi halledemedim çünkü kuyrukların uzunluğu uzaydan görülebilecek safhaya ulaşmıştı. Eve yürüye yürüye döndüm.
Hiçbir işimi halledememiş, bir sürü para harcamış, yorulmuş, üzülmüş, hırpalanmış, aşağılanıştım. Hayattan anlık değil 4 saatlik zaman diliminde tiksindim. Dünden beri başka biriyim, ben eski ben değilim...
15 Kasım 2010 Pazartesi
Hayattan Anlık Tiksindiren Şeyler #11
Ve yine oldu.
Şu sıralar Dexter adında bir diziyi izlemeye başladım. Güzel bir dizi ama konumuz bu değil. Konumuza giriş yapabilmek için Rita'dan bahsetmem gerekiyor biraz. Rita, önceki eşi tarafından evlilik içinde tecavüze uğramış bir kadın. Bu yüzden cinselliğe hiç de sıcak bakmıyor. 3.5 bölümünü izlediğim dizide tüm denemelerine rağmen Dexter ile havlet olmayı beceremedi.
Asıl konu burada başlıyor. Annem asla yapmayacağı bir şey yaptı ve odama girdi, yanıma oturdu ne yapıyorsun dedi. O sırada Dexter'ı izliyordum. Dexter evinde bir dava üzerinde çalışıyordu. Annemin yanıma gelmesinden aşağı yukarı 30 saniye sonra kapı çaldı, Rita geldi. Adeta azmıştı. Senaristlerin 3.5 bölüm boyunca bir araya getiremediği Dexter ve Rita'yı annem 30 saniye içerisinde yatağa atmıştı.
Ve yine o ters bakışlar, söylenmeler... Büyüksün anne, büyüksün...
14 Kasım 2010 Pazar
Durex: "Happy Father's Day."
To all those who use our competitor's products:
Happy Father's Day.
Happy Father's Day.
Diyor ki:
Bize rakip olan firmaların ürünlerini kullananlara:
Babalar gününüz kutlu olsun.
Babalar gününüz kutlu olsun.
13 Kasım 2010 Cumartesi
"Naaptın Sen Yeğen Ya!"
Kevin Love dün gece oynanan New York Knicks - Minnesota Timberwolves maçını 31 sayı, 31 ribaund ile tamamladı. Bu öyle bir başarı ki, bunu 28 yıldır NBA'de kimse gerçekleştiremiyordu. En son 28 yıl önce Moses Malone 30-30 yapabilmişti.
Bu da başlığın ne alaka olduğunu soranlara gelsin, tık. (18+)
10 Kasım 2010 Çarşamba
Sıcak Çikolata
Sıcak çikolataya bayılırım, gördüğüm yerde de balıklama atlarım. Sinemada, cafede her yerde... Bir fincan sıcak çikolatanın fiyatı da bana zaman zaman fazla geldiğinden dolayı evde de yapmak isterim. Şimdiye kadar 3-4 farklı markanın sıcak çikolatalarını denedim fakat hiçbir zaman dışarıda içtiğim sıcak çikolataların tadını yakalayamadım. Suyla olmayınca sütle yaptım falan filan. Olmadı bir türlü. Ta ki dün Dr. Oetker'in sıcak çikolatasını deneyene kadar. Sütle falan da değil, suyla yaptım ve bana göre evde yapılmış en güzel sıcak çikolatanın tadına vardım. Fincan fincan içesim var fakat maalesef deneme amaçlı sadece 2 tane almıştım. Tanesi 55 kuruş, yarın da birkaç yıllık depolamayı planlıyorum.
Sıcak çikolata hastalarına duyurulur. Dr. Oetker yapmış aaağbii!
8 Kasım 2010 Pazartesi
5 Kasım 2010 Cuma
28 Ekim 2010 Perşembe
Guti Haz. #3
Bugün Beşiktaş adına oynayan 13 futbolcu bir yana, Guti bir yana. Attığı milyon tane al da at dercesine pastan sonra bizim yeteneksiz hücum oyuncuları hiçbir şekilde bu pasları değerlendiremeyince zaman geçtikçe sen at ulan, bırak pası sen at dedim içten içe, uzatmalarda da öyle oldu. Guti'nin ilk golü açtı kilidi. Beşiktaş pek iyi yolda değil, maalesef değil. Bugün Guti olmasa Türkiye Kupası'nda olamayacaktık belki de.
Ha bir de, bugün Beşiktaş adına oynayan 13 futbolcudan ayıracağım bir kişi daha varsa o da Holosko'ydu. Ama onun için bir şeyler yazmak istemiyorum şu an, küfürle doldurmayalım blogu. Git Holosko, git. İşin yok senin burada. Birine bakıp çıkmış gibi yap, git.
25 Ekim 2010 Pazartesi
Allen Iverson
Şimdilik bir şey yazmak istemiyorum, %99.9 olsa da yazmak istemiyorum, zaten ne yazabilirim ki. Adam Allen Iverson beyler! Bok atanı oyarlar yani öyle diyim. Hadi hayırlı ols... Resmileşince de üç beş bir şey karalarım.
21 Ekim 2010 Perşembe
Hakan Arıkan
Bak Hakan, bu akşam senin yüzünden yenildik demiyorum. Ama tek bir şeyi açık ve net bir şekilde sormak istiyorum. Bu takımı daha ne kadar sikeceksin?
17 Ekim 2010 Pazar
Frank Rijkaard
Ben hiçbir yorum yapmak istemiyorum, sözü doğrudan Bülent Ortaçgil'e bırakıyorum: "Bana biraz umut ver, biraz umut ver, biraz umut veeer, ver ki yeniden başlasın..."
14 Ekim 2010 Perşembe
Hayattan Anlık Tiksindiren Şeyler #10
Karanlık bulutlar. Sabahın en güzel saatlerinde, örneğin 9'da bir uyanıyorum, etrafın cıvıl cıvıl, bulutların pırıl pırıl olmasını beklerken bir de bakıyorum kapkara bulutlar, yerler ıslanmış, evin içinde üşüyorum ve mecburi bir ışık yakma isteği duyuyorum çünkü etraf sabah olmasına rağmen karanlık. Kış geldi mnskm.
12 Ekim 2010 Salı
Aman Ne İyi
"İnönü Stadı'nın isim sponsorluğu konusunda, Kulübümüz ile Fiyapı A.Ş. arasında Perşembe günü imza töreni yapılacak.
Başkanımız Yıldırım Demirören ile Fiyapı Yönetim Kurulu Başkanı Fikret İnan'ın katılacağı imza töreni, 14 Ekim Perşembe günü saat 11.30'da BJK Nevzat Demir Tesisleri'nde yapılacaktır." -Resmi site.
Erdal Özyağcılar
Hastayım bu adamın karizmasına, oyunculuğuna, ses tonuna, sevimliliğine her şeyine. Şimdiye kadar hangi rolde izlediysem her zaman o rolün hakkını vermiştir. Şimdi de yine kanalları gezerken Show TV'de denk geldi. Yeni bir dizide rol alıyormuş. Karadağlar adı. Buradaki fragmanı gördüm. O ne sağlam duruş, o ne sağlam ses tonu, o ne sağlam bıyık altından gülüştür Erdal Özyağcılar. Büyüksün. Ama maalesef ki sanırım senin de gerçek değerini bu dünyadan göçüp gittiğinde anlayacak insanlar. Ona üzülüyorum ben.
11 Ekim 2010 Pazartesi
10 Ekim 2010 Pazar
Mutluluk... #7
Dışarda hava buz gibiyken sıcacık evde, tercihen kalorifer/soba/pencere dibinde içilen sıcacık kahveyle beraber kek gibi hafif bir şeyler yemek ve televizyon izlemek. İnsanlar için yapılabilecek en iyi mutluluk kombosu. Tavsiye!
9 Ekim 2010 Cumartesi
7 Ekim 2010 Perşembe
Bacak Kadar
Bizimkiler NBA parkelerinde sahne almaya başladı. Hedo 8 ribaundun yanında dikkate değer bir şey yapmadı belki fakat Semih oldukça iyiydi, şut kaçırmadan attığı 13 sayıyı ve gecenin bloğu seçilen bloğunu buraya not düşelim. Tık... Ömer? Ömer de güzel bir fotoğraf vermiş.
6 Ekim 2010 Çarşamba
Hastalık
Bir kaç gündür bu haldeyim. Yüksek ateş, mide bulantısı ve istifra... Biraz iğrençleşeceğim, farkındayım ama hani derler ya su içsem yarıyor diye(eheh), tam o durumdaydım ki bugün biraz daha iyi hisseder gibi oldum kendimi.
En kötü yanı ise hiçbir şey yapmak istemiyor insanın canı, hastayken. Ne bilgisayarda takılıyorum, ne televizyon izliyorum, ne yemek yiyorum ya da yiyebiliyorum... Yapabildiğim tek ve en güzel şey uzanmak... Okuldan da uzak kaldım ki çook önemli dersleri kaçırdım bugün, üzgünüm yani.
İyileşmek için ev arkadaşlarım sağ olsunlar çok yardımcı oldular (yemek yapmak, bulaşıkları yıkamak, sıcak bir şeyler hazırlamak vb) ama anne gibi olmuyor. Annemi hiç bu kadar özlediğimi hatırlamıyorum. Şöyle bir çorba yaptıktan sonra nane-limon hazırlasaydı ne de iyi olurdu ama benim için...
En kötü yanı ise hiçbir şey yapmak istemiyor insanın canı, hastayken. Ne bilgisayarda takılıyorum, ne televizyon izliyorum, ne yemek yiyorum ya da yiyebiliyorum... Yapabildiğim tek ve en güzel şey uzanmak... Okuldan da uzak kaldım ki çook önemli dersleri kaçırdım bugün, üzgünüm yani.
İyileşmek için ev arkadaşlarım sağ olsunlar çok yardımcı oldular (yemek yapmak, bulaşıkları yıkamak, sıcak bir şeyler hazırlamak vb) ama anne gibi olmuyor. Annemi hiç bu kadar özlediğimi hatırlamıyorum. Şöyle bir çorba yaptıktan sonra nane-limon hazırlasaydı ne de iyi olurdu ama benim için...
4 Ekim 2010 Pazartesi
Kış
Bugün senenin ilk üşüyüşünü gerçekleştirdim, hava oldukça kapalıydı, sabah kalktığımda üşüyordum, bende bi durgunluk, bi üşengeçlik vardı falan. Kış belirtileriydi bunlar benim için. Evden zar zor çıktım ve metroya binmek için yolumda ilerledim. Metro girişinin merdivenlerinden inerken yüzüme bir anda çarpan sıcak hava ise kış belirtilerinden öte, kışın habercisiydi.
Geçen yıl oldukça sık olurdu bu. Buz gibi havadan sonra sıcak hava genelde insana iyi gelse de ben pek sevmiyorum bu durumu. Genelde kötü oluyor yani, anlatamayacağım bir şey. Bugün de bu yıl ilk defa olunca günüm pek iyi değildi açıkçası. Havayı izledim, bulutluydu. Puslu bir hava vardı ve cıvıl cıvıl güneşli günler artık oldukça uzaktaydı bundan sonra. Ankara'nın berbat soğuğu ise hemen kapıda. Sanırım ben yazı daha çok seviyorum, yazın da kışı. Üzgünüm işte. Bugün giydiğim t-shirt nemlenmedi bile... Yazıyı da üç noktayla tamamlayarak oldukça karizmatik oldum bence. Hem yazının kapanışını yapamadığımı da çaktırmamış oldum, eheh.
Samsung E2120
Daha önceden kullandığım Sony Ericsson K790i'nin bataryasının Afyon'da öğlen 35 derece, gece 5 derece olan sıcaklığa dayanamayıp patlaması sonrası aldığım yan sanayi bataryaları her gün şarj etmem gerekiyordu. Telefonla işim olduğu günler ise 10-12 saatte şarjı bitiyordu ki bu da mükemmel bir telefondan tiksinmeme sebep olmuştu.
En sonunda canıma tak etti ve yeni bir telefon almaya karar verdim. Tabi ki bu yeni alacağım telefonun benim için en önemli özelliği şarjının uzuun süre dayanması olacaktı. Yaptığım geniş çaplı (Google'a şarjı uzun süre dayanan cep telefonu yazıp aramak) araştırma sonunda 3-4 seçeneğe indirdiğim yeni cep telefonu adaylarımdan bunu seçtim.
Samsung E2120. Ufak, özelliksiz, sıradan bir Samsung cep telefonudur kendisi. Tasarımı basit, müzik çaları özelliksiz, kamerası dijital, bluetoothu falan da yok. Öyle aman aman özellikleri yok yani. İyi yanları ise mesela tuş takımı öyle rahat ki sıkıldığım zamanlarda mesaj yazıyorum boş boş. Radyo dinlemek için kulaklığa gerek yok, aç ve çalışsın. İçindeki oyunun adını bilmiyorum ama çok eğlenceli. Derslerdeki tek eğlencem oldu aldığım günden beri. Çalar saati güzel, sesi yüksek, hoparlör ve mikrofon olması gerektiği gibi... Dediğim gibi düz telefon işte.
Şimdi de en önemli ve en güzel, ona aşık olmamı sağlayan özelliğinden bahsedeyim: Şarjının dayanıklığı. Tamı tamına 8 gün sürdü. Evet, 8 gün. Her geçen gün şaşırdım şarjının hala bitmemesine. Sonunda benim de ne zaman şarj ettiğimi unuttuğum bir telefonum var. Teşekkürler Hepsiburada, teşekkürler Samsung...
En sonunda canıma tak etti ve yeni bir telefon almaya karar verdim. Tabi ki bu yeni alacağım telefonun benim için en önemli özelliği şarjının uzuun süre dayanması olacaktı. Yaptığım geniş çaplı (Google'a şarjı uzun süre dayanan cep telefonu yazıp aramak) araştırma sonunda 3-4 seçeneğe indirdiğim yeni cep telefonu adaylarımdan bunu seçtim.
Samsung E2120. Ufak, özelliksiz, sıradan bir Samsung cep telefonudur kendisi. Tasarımı basit, müzik çaları özelliksiz, kamerası dijital, bluetoothu falan da yok. Öyle aman aman özellikleri yok yani. İyi yanları ise mesela tuş takımı öyle rahat ki sıkıldığım zamanlarda mesaj yazıyorum boş boş. Radyo dinlemek için kulaklığa gerek yok, aç ve çalışsın. İçindeki oyunun adını bilmiyorum ama çok eğlenceli. Derslerdeki tek eğlencem oldu aldığım günden beri. Çalar saati güzel, sesi yüksek, hoparlör ve mikrofon olması gerektiği gibi... Dediğim gibi düz telefon işte.
Şimdi de en önemli ve en güzel, ona aşık olmamı sağlayan özelliğinden bahsedeyim: Şarjının dayanıklığı. Tamı tamına 8 gün sürdü. Evet, 8 gün. Her geçen gün şaşırdım şarjının hala bitmemesine. Sonunda benim de ne zaman şarj ettiğimi unuttuğum bir telefonum var. Teşekkürler Hepsiburada, teşekkürler Samsung...
3 Ekim 2010 Pazar
Trabzonspor 1 - 0 Beşiktaş
Takımı maç kazanırken takımını göklere çıkaran, kaybederken de itin götüne sokanlardan değilim. Schuster hakkında uzun süredir pek iyi şeyler yazmadım, yazacak gibi de durmuyorum. Hala bu takıma prestijden başka bir şey kattığını da düşünmüyorum. "Rotasyon yapmak" adı altında takımın ve kadronun her maç bambaşka oluşu da hiç hoşuma gitmiyor. Bu takımın ilk 11'i bellidir. Ne diye her maç değiştiriyor anlayamıyorum. Hele de Fenerbahçe, Trabzon gibi derbi maçlarda.
Bugün bakıyorum yıllardır Türkiye'de altından kalkamadığı derbi kalmamış, hücum hattını oldukça iyi destekleyen, savunmada kendisine verilen her türlü görevi yerine getiren, 90 dakika koşan İbrahim Üzülmez kenarda, Beşiktaş'a geldiği günden beri bekleneni bir türlü veremeyen İsmail oyunda. Şimdi bakıyorum da ne hücumda vardı bugün, ne de savunmada. Hilbert'ten zerre hazetmiyorum. Sağ bekte mecburen oynatılıyor gibi görünüyor. Ekrem'in ve Erhan'ın durumlarını tam olarak bilmediğim için o konuda bir şey demiyorum ama sağ açıkta Tabata oynamaz. Görüyoruz bunu açıkça. Keza sol açıkta da Holosko. Bugün eminim ki İsmail-Holosko ikilisinden daha iyi iş yapacak bir ikili varsa o da İsmail-İbrahim ikilisiydi. Bir de bu takımda Nobre vardı değil mi bugün? Nobre öyle bir futbolcu ki takım ileri çıkarken geri koşu yapıp top almaya çalışıyor falan. Yani forvet olmaktan çok öte. Bu takımın forveti Bobo'dur. Bunu milyonlarca Beşiktaş taraftarı ve Beşiktaş'ı izleyenler söylüyor, eminim ki Schuster de bunun farkında fakat rotasyon değil mi? Önemli şey tabi. Belediye maçında başımızı yaktı, Fener maçında da, bir de Trabzon'da yaksın ne olacak ki?
Maça olabilecek en kötü 11'le çıkıp elimize avcumuza aldıktan sonra bir de bakıyorum dakika 60 oluyor, önce doğal olarak Bobo giriyor oyuna, bakıyorum çıkana Ernst. İlginç bir seçim. Daha sonra Necip giriyor ne yapacağını anlamadığım halde, bir de bakıyorum Guti çıkıyor. Bu maçla ilgili tek umutlu olduğumuz oyuncu. Hani bir ara pas verir de birini kaleciyle karşı karşıya falan bırakır ya? Neyse, Necip'i oyuna alarak orta sahadaki bütün etkinliğimizi rakibe veriyoruz ve/fakat defansif yönümüzü güçlendiriyoruz. 1-0 yenilelim yenileceksek, 2-0 3-0 falan değil. Mantık bu sanırım. Son değişiklik hakkımızda da en azından Yusuf falan beklerken -evet Yusuf!- bir de bakıyoruz Onur Bayramoğlu giriyor. Sanırım bu seneki ilk maçıydı. Zaten pek de görünmedi ortalarda. Nitekim sanırım şutumuz bile olmadan maçı tamamladık. Schuster tahminim o ki şu an mutludur, yepyeni bir rotasyon yarattı ve denedi en azından. Beşiktaş mı? İstikrar mı? Kim takar?
Juan Pablo Pino
Keita'nın satışından sonra kolay adam geçebilen kanat oyuncusu eksiğimizi kapatmak için getirildi Pino. 23 yaşında, Kolombiyalı, 2007'den beri Monaco'da oynuyor. Bunları duyunca insan, umutlanıyor tabi ister istemez. Aslında yeteneksiz biri de değil. Hızlı, bileği kıvrak falan hamuru iyi yani.
Bu yazıyı yazmamın nedeni ise Pino'nun futbolu bilmiyor olması. En son oynanan Kardemir Karabükspor maçında, Pino'yu maç boyunca gerek saha kenarından teknik heyetten gerekse saha içinde Galatasaraylı futbolculardan en az 15 kere "Pinooooo" diye çağırdıklarını duyduk biz televizyondan maçı takip eden taraftarlar olarak. Peki niye bağrışıyor bu Galatasaraylı futbolcular, teknik heyet? Çünkü bu adam futbolun en temel kurallarından bihaber. Korner kullanılıyordur, bu herif savunmada kalmalıdır ama kalmaz. Topu alır, bir çalım atar, son çizgiye iner, berbat bir orta açar, geri dönmez. Bir şekilde ceza sahasının içine dalar, açısı dardır, penaltı noktasında bekleyen bir takım arkadaşı vardır ama kendisi pas vermeyip şut çekmeyi tercih eder. Top rakipteyken baskı yapmaz. Top bizdeyken pozisyon almayı bilmez...
Sene boyunca bu adamı bu şekilde izlersek toplu kanser vakalarıyla karşılaşılır, tıp dünyası da bu olanlara bir açıklama getiremez. Son olarak duygularımıza tercüman olan Mustafa Sarp'ı dinliyoruz.
Bu yazıyı yazmamın nedeni ise Pino'nun futbolu bilmiyor olması. En son oynanan Kardemir Karabükspor maçında, Pino'yu maç boyunca gerek saha kenarından teknik heyetten gerekse saha içinde Galatasaraylı futbolculardan en az 15 kere "Pinooooo" diye çağırdıklarını duyduk biz televizyondan maçı takip eden taraftarlar olarak. Peki niye bağrışıyor bu Galatasaraylı futbolcular, teknik heyet? Çünkü bu adam futbolun en temel kurallarından bihaber. Korner kullanılıyordur, bu herif savunmada kalmalıdır ama kalmaz. Topu alır, bir çalım atar, son çizgiye iner, berbat bir orta açar, geri dönmez. Bir şekilde ceza sahasının içine dalar, açısı dardır, penaltı noktasında bekleyen bir takım arkadaşı vardır ama kendisi pas vermeyip şut çekmeyi tercih eder. Top rakipteyken baskı yapmaz. Top bizdeyken pozisyon almayı bilmez...
Sene boyunca bu adamı bu şekilde izlersek toplu kanser vakalarıyla karşılaşılır, tıp dünyası da bu olanlara bir açıklama getiremez. Son olarak duygularımıza tercüman olan Mustafa Sarp'ı dinliyoruz.
2 Ekim 2010 Cumartesi
Hay Ben Böyle Şansın!
Bugün saat 16:50 civarı Bilyoner'e girdim, hesabımda kalan son 3 TL'nin de gazına gelerek gözüme 3 maç kestirdim. Maçlar 17:00 maçlarıydı. Yani oynadım oynadım, oynayamazsam kaldı o maçlar. İlk olarak Manchester United - Sunderland maçını gözüme kestirdim ki, maçın berabere biteceğini düşünüyordum, İddaa da Sunderland'e 1 handikap verince Sunderland'e vermek farz oldu. Maç da aynen düşündüğüm skorla bitti. Oranı 3.75.
İkinci maç ise Tottenham - Aston Villa. İlk yarı berabere biter dedim ve 45+2'de Tottenham'dan gelen golle ilk yarı 1-1 bitti. Oranı 1.95.
Son maç olarak da Fenerbahçe - Gençlerbirliği maçını seçtim üst dedim, aynen öyle de oldu. Oranı 1.45. Şimdi noldu, 2 liralık oynadığım düşünülürse 21 lira. Baktım ki 3 maç için gayet iyi. "Devam" dedim. Kuponu onaylamak için. Bir de baktım ki saat 17:00:22. Eğer Bilyoner o maçlarla ilgili bahisleri tam saatinde kapatıyorsa 23 saniyeyle 21 liradan oldum demektir bu. Öğrenci adam için havadan gelen her para büyük paradır diye düşünülürse, bu benim için büyük bir hüzün kaynağı. Ayrıca futboldan kazanacağım ilk para da olacaktı. Olmadı, kısmet değilmiş diyeceğim şimdi ama diyemiyorum. Hay ben böyle şansın!
Uzun Saç
Evet, gerçekten zor. Saç, kafadan çıkıyor. Kesmezsen uzuyor bu meret. Ama şımarık biraz, özen göstermezsen bela oluyor. Böyle ellerini saçının içine geçiriyorsun çıkmıyor ya da çıkarken bir yığın saçla birlikte çıkıyor.
Duşa giriyorsun mesela saçta temizlenmemiş yerler kalıyor duş sonunda. Taramayı denesen her seferinde kafanın yerinden çıktığını hissedersin, bir de üstüne tarakları harap edersin. Taramazsan arap saçı olur. Duştan sonra da kuruması asır sürüyor gibi geliyor.
Ben "lüle" diye tabir edilen saç tipine sahip biriyim. Böyle saçlar sanırım güzel görünüyor, en azından ben görüntüsünü seviyorum. Sıkılınca lülelerle oynanıyor falan iyi güzel de bu saçların iradesi var. İstedi mi gayet tatlı görünüyorlar (en azından bana öyle geliyor) ama istemedi mi çalı gibi oluyorlar ki bu şekilde aynaya bile bakası gelmiyor insanın. Sergen Yalçın'la sıkıntı var yani.
Sanırım bir gün kafam atacak ve gidip saçlarımı kestirecem, umarım o gün yakın tarihte bir gün olmaz.
Duşa giriyorsun mesela saçta temizlenmemiş yerler kalıyor duş sonunda. Taramayı denesen her seferinde kafanın yerinden çıktığını hissedersin, bir de üstüne tarakları harap edersin. Taramazsan arap saçı olur. Duştan sonra da kuruması asır sürüyor gibi geliyor.
Ben "lüle" diye tabir edilen saç tipine sahip biriyim. Böyle saçlar sanırım güzel görünüyor, en azından ben görüntüsünü seviyorum. Sıkılınca lülelerle oynanıyor falan iyi güzel de bu saçların iradesi var. İstedi mi gayet tatlı görünüyorlar (en azından bana öyle geliyor) ama istemedi mi çalı gibi oluyorlar ki bu şekilde aynaya bile bakası gelmiyor insanın. Sergen Yalçın'la sıkıntı var yani.
Sanırım bir gün kafam atacak ve gidip saçlarımı kestirecem, umarım o gün yakın tarihte bir gün olmaz.
FIFA 11 vs. PES 2011 - First Round
Dün iki oyunu da indirip kısa bir süre oynadım. İkisini de henüz çok oynayamadığım için eminim ki çoğu detayı henüz farketmedim. Bir süre iki oyunu oynayıp, kısa bir değerlendirme yazısı yazmayı planlıyorum. Fakat şimdilik şunu söyleyeyim, ilk izlenimlerime göre Fifa bu yıl Pes'e kıyasla oldukça güzel iş çıkarmış. Bakalım...
1 Ekim 2010 Cuma
Kalabalık
"Merhaba" başlıklı yazımda üniversite ikinci sınıf öğrencisi olduğumu belirtmiştim. Şimdi biraz okulumdan bahsedeyim. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde okuyorum. Benim de okula girdiğim geçen sene YÖK sağ olsun 800 kişilik devasa bir kontenjan ayırdı ki o güne kadar en fazla 600 olmuştu bu sayı. Bunun sonucunda da normal şartlar altında 2 sınıf açan güzel okulum geçen sene 3 sınıfa ayırmak zorunda kalmıştı bu insan topluluğunu. Ancak okulun 1. sınıflar için ayırdığı 2 amfi vardı. Ben ve benimle birlikte 265 kişi koca bir lise sınıfında okuduk ilk seneyi.
İlk sene bir şekilde atlatılmıştı ama bir sonraki sene ki o bu seneye tekabül ediyor, 1. sınıflar da 800 kişi olunca büyük bir sorun baş gösterdi. Evet, 1. sınıflar yine 3'e ayrıldı ancak 2. sınıflar için yine sadece 2 tane amfi olduğu için benim de mensubu bulunduğum C sınıfı, A ve B sınıflarına dağıtıldı (koca okulda sınıf kalmadı, evet!). İşin garip olan yanı ise 1. sınıfların amfilerinin 2. sınıfların amfilerinden çook daha büyük olması. 2. sınıf amfileri taş çatlasa 300 kişi alır ama sınıf mevcudu en az 400 kişi.
Okulun da ilk haftaları olmasından kaynaklı herkes derse geliyor ki devam zorunluluğu yok, yat evinde yurdunda, ne zorumuz varsa artık. Ve sonuç olarak bütün sıraların dolduğu, dışardan sandalyelerin getirilmiş olduğu, merdivenlerinde öğrencilerin oturduğu bir sınıf tablosu çıkıyor karşımıza (yukardaki fotoğrarafı da bu durum için temsili olarak seçtim) ki bu durum hem dersi anlatmaya çalışan hoca hem de dersi dinlemeye çalışan biz öğrenciler için kabus dolu saatler anlamına geliyor.
Bu sene okula devam etmekte kararlı olan ben derse giren diğer arkadaşlarımdan şikayetçi oluyorum sanmayın, herkesin sınıfı, okulu orası. Tabi ki girip dersi dinleyecekler. Ama ya gelip uyuyorlar ya da muhabbet ediyorlar. Ben de bir dersi merdivende oturararak dinlemek zorunda kalan bir öğrenci olarak buna bir güzel uyuz oluyorum. Ve arkadaşlarımın heveslerinin geçmesini bekleyip yeniden sıralara dönmeyi umuyorum. Ve ayrıca YÖK'e; kontenjanları, okulların fiziki koşullarını dikkate almadan arttırdığı için de teşekkürlerimi iletiyorum.
Ankara'dan aktaracaklarım bu kadar, söz sende Gülgün.
İlk sene bir şekilde atlatılmıştı ama bir sonraki sene ki o bu seneye tekabül ediyor, 1. sınıflar da 800 kişi olunca büyük bir sorun baş gösterdi. Evet, 1. sınıflar yine 3'e ayrıldı ancak 2. sınıflar için yine sadece 2 tane amfi olduğu için benim de mensubu bulunduğum C sınıfı, A ve B sınıflarına dağıtıldı (koca okulda sınıf kalmadı, evet!). İşin garip olan yanı ise 1. sınıfların amfilerinin 2. sınıfların amfilerinden çook daha büyük olması. 2. sınıf amfileri taş çatlasa 300 kişi alır ama sınıf mevcudu en az 400 kişi.
Okulun da ilk haftaları olmasından kaynaklı herkes derse geliyor ki devam zorunluluğu yok, yat evinde yurdunda, ne zorumuz varsa artık. Ve sonuç olarak bütün sıraların dolduğu, dışardan sandalyelerin getirilmiş olduğu, merdivenlerinde öğrencilerin oturduğu bir sınıf tablosu çıkıyor karşımıza (yukardaki fotoğrarafı da bu durum için temsili olarak seçtim) ki bu durum hem dersi anlatmaya çalışan hoca hem de dersi dinlemeye çalışan biz öğrenciler için kabus dolu saatler anlamına geliyor.
Bu sene okula devam etmekte kararlı olan ben derse giren diğer arkadaşlarımdan şikayetçi oluyorum sanmayın, herkesin sınıfı, okulu orası. Tabi ki girip dersi dinleyecekler. Ama ya gelip uyuyorlar ya da muhabbet ediyorlar. Ben de bir dersi merdivende oturararak dinlemek zorunda kalan bir öğrenci olarak buna bir güzel uyuz oluyorum. Ve arkadaşlarımın heveslerinin geçmesini bekleyip yeniden sıralara dönmeyi umuyorum. Ve ayrıca YÖK'e; kontenjanları, okulların fiziki koşullarını dikkate almadan arttırdığı için de teşekkürlerimi iletiyorum.
Ankara'dan aktaracaklarım bu kadar, söz sende Gülgün.
Banka Kuyruğu
Nedendir bilmiyorum, ATM'den para çekmek istediğimde genelde sıra oluyor ve ben sıraya girdikten sonra o sıra duruyor. Yani en arkada kalıveriyorum. Ben sıraya girdikten sonra arkama 3-5 kişi gelse mutlu olacağım, eheh ne güzel 1 dakika önce geldim ne kadar da kardayım bak 3-5 kişi az değil diye. Ama kimse gelmiyor. Bu sefer de ulan 5 dakika daha geç gelsem de aynı sırada olacaktım diye düşünmeye başlıyorum. Dediğim gibi, hemen arkam dolsa, bak ya 1 dakika erken gelmem bana neler kazandırdı diyeceğim ama diyemiyorum, müsade etmiyorlar.
Ha bir de bu banka kuyruğu öyle bir mesele ki, diyelim ki 2 tane ATM yan yana, ben sağdakine giriyorum. Soldakine de benden 2-3 dakika sonra birisi geliyor. Kendi kendime eheh ne keriz ya, benim olduğum sıraya girse ya burası çok daha az, burda işi daha çabuk hallolur diyorum. Bir de bakıyorum ki o kişi işini benden önce hallediyor ve gidiyor. Ben bundan biraz dertliyim.
30 Eylül 2010 Perşembe
Sıcak Su
Günde 3 öğün duş alan birisi olarak sıcak suya olan sempatim çok büyük. Dün doğalgaz bittiği için 2 kere buz gibi suda yıkanmak zorunda kaldım ki, bu olay bu havalarda hayatımın en kötü dakikalarını geçirmeme sebep oldu. Yaz olsa neyse. Resmen beynimin soğuduğunu hissettim. Akşam da fırş fırş burnumu çektim durdum. Neyse ki hasta olmadım. Bugün de doğalgazı doldurttuktan sonra yeniden sıcak suyla duş aldım ki bu da hayatımın en güzel anlarından birisiydi. Üstelik oldukça da yorgundum. Yorgunluğumu da aldı. Daha n'olsun? İyi ki varsın sıcak su. Dün değerini bir kere daha anladım.
28 Eylül 2010 Salı
Cem Adrian
Ses tellerimiz var. Konuşuyoruz, şarkı söylüyoruz, bağırıyoruz, garip sesler çıkartıyoruz falan, iş görüyor yani baya. İnsanlarda ortalama bir ses teli uzunluğu vardır ve bu tellerin uzunluklarıyla doğru orantılı olarak çıkartabilidiğimiz ses de artıyormuş.
Şimdi çok anlamadığım oktav meselesine girecem, biz erkekler genelde 2., 3. ve 4. diziden ses çıkartıyormuşuz konuşurken, şarkı söylerken. Kadınlar ise genelde 5. diziyi kullanıyormuş (dediğim gibi hiiç anlamıyorum nerdeyse bu muhabbetlerden, yanlış kullanmış olabilirim bile bu terimleri). Buraya kadar her şey tamam sanırım.
Şimdi Cem Adrian diye bir vatandaş var. Yugoslav kökenli, Edirneli bir vatandaş. Bu da konuşuyor ama öyle benim gibi sadece 2. ya da 3. diziden konuşmuyor. 8 oktav var toplamda, herif 7'sini kullanabiliyor (oha!). Amca en incesinden en kalınına kadar bütün sesleri çıkartıyor neredeyse. Bunun nedeni de normal insanların sahip olduğu (ilk başta bahsetmiştim) ses tellerinin 3 katı uzunluğunda ses tellerine sahip olması. Tabiri caizse Cem Adrian'ın ses telleri g*tüne kadar uzanıyor ki buna bağlı olarak da g*tünden ses çıkartabiliyor.
He bu adam yeni değil, ben de yeni tanışmıyorum bu tek kişilik orkestrayla ama bilmeyenler de bilmeli bence.
Yine diyebilirsiniz ki bu hacının sesi bu kadar güzel de niye biz bilmiyoruz (tabi ki bunu bilmeyenler söyler, bilen biliyordur zaten Cem Adrian'ı) diyen olursa da bunun nedeni muhtemelen Adrian'ın çok medyatik bir sima olmamasıdır derim.
Bir röportajında da;"Eğer İbrahim Tatlıses'in zamanında çıkmış olsaydım, soyadım Adrian yerine Çokses olurdu" demiş, güldürmüş, kafa dinletmiş insandır kendisi.
Şimdi çok anlamadığım oktav meselesine girecem, biz erkekler genelde 2., 3. ve 4. diziden ses çıkartıyormuşuz konuşurken, şarkı söylerken. Kadınlar ise genelde 5. diziyi kullanıyormuş (dediğim gibi hiiç anlamıyorum nerdeyse bu muhabbetlerden, yanlış kullanmış olabilirim bile bu terimleri). Buraya kadar her şey tamam sanırım.
Şimdi Cem Adrian diye bir vatandaş var. Yugoslav kökenli, Edirneli bir vatandaş. Bu da konuşuyor ama öyle benim gibi sadece 2. ya da 3. diziden konuşmuyor. 8 oktav var toplamda, herif 7'sini kullanabiliyor (oha!). Amca en incesinden en kalınına kadar bütün sesleri çıkartıyor neredeyse. Bunun nedeni de normal insanların sahip olduğu (ilk başta bahsetmiştim) ses tellerinin 3 katı uzunluğunda ses tellerine sahip olması. Tabiri caizse Cem Adrian'ın ses telleri g*tüne kadar uzanıyor ki buna bağlı olarak da g*tünden ses çıkartabiliyor.
He bu adam yeni değil, ben de yeni tanışmıyorum bu tek kişilik orkestrayla ama bilmeyenler de bilmeli bence.
Yine diyebilirsiniz ki bu hacının sesi bu kadar güzel de niye biz bilmiyoruz (tabi ki bunu bilmeyenler söyler, bilen biliyordur zaten Cem Adrian'ı) diyen olursa da bunun nedeni muhtemelen Adrian'ın çok medyatik bir sima olmamasıdır derim.
Bir röportajında da;"Eğer İbrahim Tatlıses'in zamanında çıkmış olsaydım, soyadım Adrian yerine Çokses olurdu" demiş, güldürmüş, kafa dinletmiş insandır kendisi.
Hotmail
Bir kullanıcısı olarak son derece memnundum aslında Hotmail'den. Hatta hala da öyleyim ama bir sorunu var bu elektronik posta sağlayıcısının. Son zamanlarda sürekli spam gelmeye başladı. Ben bunları, hiç üşenmeden, tek tek engelleyip siliyorum. Ama Hotmail bunu uygun bulmuyor olacak ki bu spamlar gelmeye devam ediyor. Gece 02:57'den 15:18'e kadar 13 tane gelmiş mesela şimdi yine.
Kimi onu aramamı söyleyip telefon numarasını vermiş, kimi kendini ve ailesini tanıtıp onunla çalışmamı istemiş, kimi yardım istemiş, kimi -hey Allah'ım- cinsel organımın boyuna takmış, kimi ise milyonlarca Dolar ya da Euro kazandığımı söylemiş, mutlu etmiş beni...
Hotmail, bir gün başka bir elektronik posta sağlayıcısı kullanmaya başlarsam bu spamlar yüzünden olacak bilesin. Sen sebep olacaksın yani buna, sen!
12 yıldır emrimize amade. Ne istesek getiriyor. Okyanusta ender bulunan balıkları buluyor gibi düşünün yani. Üstelik bunu 1 saniyeden çook daha kısa bir sürede yapıyor. Bilgisayarımızda bir dosyayı arasak 1 dakikadan fazla sürüyor ki Google'ın "okyanustaki ender" balığı 1 saniyeden daha az sürede nasıl bulabildiğine akıl sır erdiremiyorum.
Arkadaşla konuşuyorduk. Tam hatırlamıyorum ama muhabbet şöyle bir şeydi:
Arkadaş: Google, 12 yıl önce kurulmuş lan. Adamlar deli gibi kazanıyor. Zaten heriflerin bir binası var, görecen, kocaman. Bisikletlerle geziyorlar, binanın içinde ağaç var falan. Çevreciler adamlar...
Ben: Napıyorlar lan o kocaman binada. Google'ı kurdular, millet de arıyor işte daha neyine çalışıyorlar?
A: Yok olm düşünsene adamlar arama yapıyor ve istediğine en yakın sonucu saliseler içinde buluyor. Sonra yanlış yazdın mı düzeltiyor ki bunu her dilde yapıyor. Sonra adamların haritası var, dil araçları var, görselleri var, akademiği var, gmail'i var kısacası Erman Toroğlu deyimiyle "var oğlu var."
B: Tamam hmnsfm tamam, orda mı çalışıyon nedir!
Büyüksün Google, iyi ki varsın!
Türk Telekom Arena
2004 yılının Mayıs ayında Özhan Başkan Galatasaray'ımızın yeni stadının Seyrantepe'de olacağını açıklamıştı. Üzerinden tam 6 yıl 4 ay geçti ve bir sürü erteleme, soruna rağmen tamamlandı 52600 kişilik şaheserimiz. Adnan Polat "Galatasaray olarak tünelin ucundaki ışığı görüyoruz, ancak o ışık trenin ışığı mu yoksa tünelin sonu mu yakında göreceğiz." diye veciz bir şekilde açıklamıştı Avrupa Fatihi'nin durumunu. Daha sonda da söylediklerine göre Galatasaray artık tünelden çıktı. Tek büyük Galatasaray diyelim o zaman!
Evet! Yine ve yeniden ben...
27 Eylül 2010 Pazartesi
Şans/Şanssızlık
Olan bir olayın şansımız mı şanssızlığımız mı olduğu hiç belli olmuyor bazen. Mesela şöyle bir olay anlatayım. Ergen dönemlerimin başlarında ki bu da orta okul dönemime denk geliyor, Turkcell hattımda -10 kontörüm varken telefonuma "Seni Seviyorum" diye bir mesaj yazıyorum ki bu da en büyük ergen klişesidir belki de. Bu mesaj yazılır ve hiçbir muhabbetinin olmadığı sevdiceğe yollanır akabinde göt gibi kalınır falan. Neyse, ben bu mesajı yazdıktan sonra nasılsa -10 kontörüm var gitmeyecek bu mesaj diyerek sevdiceğime gönderiyorum bu mesajı. O zamanlar Turkcell -10'a kadar indiriyordu kontörü. O yüzden gitmeyecekti mesajım. Fakat tam o gün Turkcell bu kapmanyasını geliştiriyor ve -20'ye kadar inmemize izin veriyor. Dolayısıyla da benim mesajım gitmiş oluyor. Kalan kontöre bir bakıyorum -12.
Buraya kadar oldukça şanssız bir durumken ve ben tam aha sıçtık derken sevdiceği çaldırıyorum ve telefonunun kapalı olduğunu görüyorum. Kısa bir oh çekmenin ardından şansın yüzüme güldüğünü düşünüyorum. Eğer telefonunu yakın zamanda açmazsa o mesaj iptal olacak ve kendisine hiç ulaşmayacaktı. Ki öyle de oldu. O mesaj kendisine hiç gitmedi. Şans yeniden benimleydi.
Birkaç yıl sonra sevdicekle tekrar muhabbeti ilerletiyorum. Ki bu da 2-3 belki de 3-4 yıl önceye tekabül ediyor. Muhabbet eskilere geliyor. Ben deli cesaretiyle bu olayı anlatıyorum. Karşıdan gelen cevap da o zamanlar senden hep bir teklif bekliyordum oluyor. Allak bullak oluyorum.
Yani uzun lafın kısası bazı olaylar oluyor ki, en büyük şanssızlığım derken bir anda şansa dönüşüyor ve bir süre sonra yine karşınıza büyük bir şanssızlık olarak çıkabiliyor. Hayat gerçekten de sürprizlerle dolu. Ben bugün bunu gördüm...
26 Eylül 2010 Pazar
Tonight is the Night
Dexter'ın 5. sezonunun başlamasına saatler kaldı. Efsane 4. sezon finalinden sonra aylarca beklemek çok zor gelmişti açıkçası, henüz diziye başlamayanlar başlasın, 5. sezonu bekleyenler de birkaç saat daha sabretsin artık. Umarım iyi bir başlangıç olur. Hadi hayırlısı... Tonight is the night!
Sözün Özü #5
It doesn't matter for us, for me. Big games are easy than the other games, unfortunately. Everytimes we have the control the games, under the control games. during the games. We have the some possibility, some big changes, some big okazyon, something like that. But what can I do sometimes? It's the fıtbıl, that's the fıtbıl. Something happened. everything is something happened. but anyway now is in the tabele. We have in this situation, now is second position and one point moreç I don't want to see the back, I want to see the front and I hope so tomorrow my teams...
25 Eylül 2010 Cumartesi
Senelerden 1983, Tarih 26 Eylül
Forza'dan Mehmet Güren Quaresma'nın yarınki doğum günüyle ilgili bir yazı yazmış ve bu yazı Quaresma'ya tercümanı aracılığıyla iletilmiş. Noktasına, virgülüne, yazım hatasına karışmadan yayınlıyorum.
Tarih 3 Ekim 2007.
Bir adam çıkıyor Şeref Beyin çimlerine, lakabı Harry Potter, Portekiz'de tozu dumana katan adam. Yer yerinden oynarken, son dakikalarda biz nefesimizi tutmuşken, o bizim nefesimizi kesiyor. Ağlara gönderiyor topu. Sergilediği muhteşem futbol bir yana efendi hareketleriyle dikkat çekiyor. Maç bitiyor o adam soyunma odasına gitmeden evvel formayı golü attığı rak,p takım taraftarına atıyor, onlara hayran kalarak tünelin karanlığında kayboluyor... Yıllar sonra Beşiktaş formasını giydiğinde ise bunu şöyle anımsıyordu; "Porto formasıyla inönü'ye çıktığım maç unutulmazdı. Çünkü deplasmandasın son anda gol atıyorsun ve bütün stad seni alkışlıyor..."
Sonra tam 3 yıl...
3 yıl boyunca Beşiktaş taraftarı onu hayranlıkla izliyor. Bu 3 yıl içerisinde o adam dünyanın en yetenekli oyuncularından biri olarak Inter'e gidiyor. Ama o duygusal genç orada mutlu olamıyor, bunalıyor, yitiyor aralarında. Haziran 2009'a geliyoruz. Biri fısıldıyor onun adını bir gece ansızın. Ve işte öyle başlıyor taraftarın ona olan yadsınamaz aşkı.
Kim önerilse istenmiyor. Kim teklif edilse istenmiyor. "O gelsin, sadece Quaresma gelsin. Başkası gelmesin." Önce şampiyonluk kutlamalarında bağrılıyor ismi, sonra 3 ay boyunca gece ve gündüz her ortamda. Ama olmuyor, o adam gelmiyor. Hayaller bir kez daha kül oluyor.
Şüphesiz dünyada bir ilk oluyor. Bir kulübün taraftarı daha önce kendi formasını hiç giymemiş olmasına rağmen bir oyuncunun gelmesi için resmen baskı yapıyor. Onun ismi geçen tezahüratlarla mesaj veriyor.
Aradan 8 ay geçiyor. Sabah kalkıyoruz gazetelere bakıyoruz. Tarih 16 nisan. Beşiktaş yönetimi Quaresma için İtalya'da! Yine o heyecan tüm yüreğimizi kaplıyor, soruyoruz "Ya bu sefer olursa?"
Uykusuz geceler, ümitler, gelmesi için edilen dualar... Tam kopma noktasına gelmişken umutlar, bir pazar günü öğlen vakti onun adı geçiyor dünya ajanslarında Beşiktaşlı olarak. İnanamıyor kimse, dünyanın en yetenekli adamlarından biri, taraftarın daha gelmeden gönül koyduğu esmer çocuk artık siyah-beyaz formayla estirecek rüzgarını.
Ve İstanbul'a basıyor ayağını hemde en şaaşalısından. İlk sözleri "Beşiktaş için kanımı bile akıtacağım" oluyor. Beşiktaş taraftarı ise biliyor ki, yapacak, ona inanıyor. Çünkü hep inanmıştı. Ve aradan geçen 4 ayda ona bu kez daha bir fazla, daha bir yürekten inanıyor.
İnönü stadına çıktığı anda gözleri parlayan, taraftarlar arasında muhteşem bir çekim olan, forması için arması için canını dişine takarak bir mücadele veren asil adam. Beşiktaş formasıyla efsane olacak, ileride torunlarımıza gözlerimiz bir noktaya dalarak anlatacağımız sihirbaz adam.
Portekiz basınına "Beşiktaş bana Inter'de kaybettiğim futbol oynama coşkusunu geri verdi" diyen adam.
"İmza törenimin olduğu gün, hayatıma damga vuran olaylardan biriydi. Ben o gün kendimi Beşiktaşlı, onlardan biri gibi hissettim.", "Bir futbolcunun isteyeceği en yüksek seviye sahaya girdiğinde tüm stadın ismini bağırmasıdır. Ben bunu Beşiktaş'ta yaşadım." diye aşkının bizler kadar olduğunu ifşa eden adam.
Fenerbahçe maçında saha kenarına geldiğinde kendisine küfreden Fenerbahçe taraftarına armasını göstererek en asil cevabı veren adam.
"Savunma yapmıyor" denilene inat, Şeref beyin çimlerinde kaptırdığı topu 70 metre kovalayan adam.
"Vikingur maçında penaltıyı kaçırdığımda başımı kaldırıp taraftara bakamadım. Ama onlar hala benim adımı bağırıyorlardı, inanamadım" diyen adam.
Ve ondan bir sonraki maçta topu ağlara gönderip taraftara borcunu ödemek için adeta yırtınan, attığı golden sonra çılgınca taraftara koşarak "güzel futbolcu golden sonra tribüne koşandır" tezini ortaya koyan, formasına sımsıkı sarılarak, öpen adam.
İnsanların hakkını veren bayram olduğunu öğrenince Ümraniye'deki personele cebinden yardım yapan, hakkı her zaman veren takımın asıl "işçi"lerinden Süreyya ile abi-kardeş kıvamında dost olan adam.
Beşiktaş bu sezonki tek yenilgisini alırken, maçın sonlarında bile depar atan, skoru değiştiremediği, takımı yenildiği için nerdeyse ağlayacak gibi bakan adam.
Kendisine sorulan soruya; "Beşiktaş taraftarı beni, ben Beşiktaş taraftarını coşturuyorum" diye cevap veren "taraftar" adam.
Beşiktaş'a imza attığın gün sen yeniden doğdun,
Ama bir tarih daha var ki; 26 Eylül 1983, o gün gözlerini açtın.
Kimsenin inanmadığı anda sana inan biz,
İnandığımız gerçek seni bizlere gösteren sen.
Oynadığın futbol bir kenara adamlığınla ruhunla bu taraftarın efsanesi olmaya aday olan sen,
Seni kalbimizdeki en güzel yerlerin birinde tahta oturtan biz!
Bundan böyle ne olursa olsun,
Sakın korkma, bu taraftar her zaman ama her zaman yanında!
Uzun lafın kısası,
Doğum günün kutlu olsun can çocuk,
Seninle gurur duyuyoruz!
İyi ki geldin,
iyi ki buradasın.
Birlikte nice yıllara...
24 Eylül 2010 Cuma
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)